İnsan düşüncesine yepyeni bir mesaj veren ve İslam
düşünürlerinin fikir sistemlerini, inanç akidelerini ruh, akıl ve sevgi üçgeni
içinde sunan, insanlığa ahlak, din, ilim ve akıl yolunda heyecan katarak yeni
ufuklar açan Mevlana Celaleddin-i Rumi, müstesna yüce bir varlık, ilahi bir
ışık, manevi bir güneş, Muhammed Ali'nin bendesidir.
Bugüne kadar gönüller
tutuşturan ve bundan sonra da insanı etkilemeye devam edecek olan Veli, kutup,
pir, insan-ı kâmil, büyük şair gibi sıfatlarla isimlendirilen bu büyük insan
hepimize ışıktır.
Gönüller sultanı Hz. Mevlana aşkın kemalidir; ama yalnız
aşkın mı? Hayır, O tüm güzelliklerin kemalidir, ilmin de hikmetin de, aklın
da...
O'nun insan düşüncesine verdiği en büyük mesaj Aşk, Sevgi ve
Birliktir.
O, bir veli hüviyetiyle gönüller coşturmuş, bir pir, bir mürşit
olarak insan kalbini saflaştırmış, bir bilgi kaynağı olarak insan aklını nur ile
yıkamış, akıl ve gönülleri kirden kurtarmış, gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin
temsilcisi olmuştur. Onun içindir ki hangi âlim Mevlana'yı tanısa yücelmektedir.
O'nun yoluna gönül koyan herkes kemale, sevgiye, insanlığa, bilgeliğe, hoşgörü
ve yüksek ahlaka ulaşmaktadır.
O, hiç bir şeyi inkâr etmez ama her şeyi
birler, bütünleştirir ve sevdirir. O, kimseyi ayrı görmez. Çünkü O, her şeyin
Allah'ın zuhuru ve tecellisi olduğunu bilir ve bunu insan gönlüne ve insana hal
olarak yansıtır.
Mevlana aziz ve yüce bir üstad'dır. Tek başına bir
sistemdir, bir hayat ve bir düzendir. Ahlakı, ilmi, hikmeti, sevgisi, aklı,
tavrı, idraki, davranışları ve he rşeyi ile yüceliği öğreten bir HAL
ABİDESİ'dir. Peygamber-i zişan'ın gerçek temsilcisi, aşkın ve aklın en yüksek
öğesi ve gerçeğidir.
"İnsan yaratılmışların en şereflisidir" düsturuyla
her dilden, her dinden, her renkten insanı kucaklayan Hz. Mevlana sevginin,
barışın, kardeşliğin, hoşgörünün sembolüdür.
HZ. MEVLANA'YA GÖRE İNSAN
Hz. Mevlana'da insan,
ölümlü ile ölümsüzü, iyi ile kötüyü, ilahi ile beşeri benliğinde toplayan bir
birleştiricidir. İnsan ölümsüzlüğün, ölümlü beden içinde tekamül seyrini yaşamak
için bu alemdeki görünümüdür. İnsan varlık ağacının meyvesidir. Bir rubaisinde
şöyle seslenir:
"Suret suretsizlikten meydana geldi. Varlık peteğini ören
arıdır. Arıyı vücuda getiren, mum ve petek değildir. Arı biziz, şekil ve çokluk
sadece bizim imal ettiğimiz mumdur. Şekil ve cisim bizden vücuda geldi. Biz
onlardan değil; şarap bizden sarhoş oldu, biz şaraptan değil."
Hz. Mevlana
varlığın özü, yani yaratıcı kudretle insanın özünü birleştirmiştir. İnsanın
şeref ve yükümlülüğü, zevki ve çilesi işte bu birlikten kaynaklanmaktadır. Bu
birlik insanı varlığın gayesi yapmıştır. Varlık, anlamını insanla kazanır.
Yaratıcı eserini insanla seyreder, zira insan hakkın gözü ve aynasıdır.
Hz. Mevlana şöyle seslenir:
"Sen cihanın hazinesisin, cihan bir
yarım arpaya değmez. Sen cihanın temelisin, cihan senin yüzünden taptazedir.
Diyelim ki âlemi meşale ve ışık kaplamış; çakmaksız ve taşsız olduktan sonra o,
iğreti bir rüzgârdan başka nedir?"
Yüce Hüdavendigar "Mümin müminin
aynasıdır" hadisini açıklarken şöyle konuşur:
"Tanrı'nın adlarından biri de
el-mümin'dir. İman eden kula da mümin denir. Mümin müminin aynasıdır demek,
Tanrı onda, o aynada tecelli etti demektir." O halde Hakk'ı insanda görmek
gerekir. Bunu yapmayan, görmesini bilmiyor demektir.
Yine Mevlana şöyle
seslenir:
"Murat sensin. Neden oraya buraya koşuyorsun? O, sen demektir. Ama
sen, sakın ben deme, hep sen diye söyle. Göz dürüst görürse, sen O olursun. O da
sen olur."
"Ey Tanrı kitabının örneği insanoğlu! Ey şahlık güzelliğinin
aynası mutlu varlık. Her şey sensin. Âlemde ne varsa senden dışarı değil. Sen ne
ararsan kendinde ara, çünkü her varlık sende."
İnsanın bu şerefi bedava
değildir. Bu şerefin beraberinde getirdiği sorumluluk ve ıstırap da büyüktür.
İnsanın şerefi gibi, sorumluluğu ve ıstırabı da varlığın en büyük sorumluluk ve
ıstırabıdır. Mevlana'nın kavgası eşyaya boyun eğen insanı, eşyayı boyun eğdiren
bir yaratıcı benlik haline getirmek içindir.
İnsan, ne olduğunu anlamak
için nereden geldiğini anlamak zorundadır. Mevlana'ya göre böyle bir anlayış
Yaratıcı kudretten koptuğunun bilincinde olan insanın nasibidir.
"Tanrı,
ululuk sırlarını insanda belirtmiştir. İnsanın önünde canla, gönülle, bedenle
gerçekten bir secde ettin mi ne yana dönersen orası gönlüne Kabe olur."
Mevlana yine bir beytinde:
"Bedenin her zerresinden bir feryat duy, bir
inilti işit; çünkü sen büyük bir şehirsin; belki de bir şehir değil, binlerce
şehirsin sen. Her şey sensin; her şeyden öte ne varsa o da sensin; O da senden
ibaret."
İnsan geçirdiği bu kadar maceraya rağmen kendi değerinin henüz
farkında değildir. Kendisini kuşatan dünyanın nice tufanına tanık olmasına
rağmen kendi içinde sakladığı tufanların henüz idrakine varamamıştır.
"Âdemoğlu dediğin, dünya sandığına konmuş bir aslandır. Sandık kapanmış,
kilitlenmiştir. O da kendisini yorgun ve bitkin göstermektedir. Ama günün
birinde bir coştu, bir kükredi de sandığı kırıp parçaladı mı nelere gücü
yettiğini, ne işler edeceğini o vakit görürsün."
"İnsanların taş
yüreklerinde öylesine bir ateş vardır ki perdeyi kökünden yakar. Perde yandı mı,
insan Hızır hikâyelerini de tamamen anlar. O eski aşktan gönlün içinde yeniden
şekiller meydana gelir." Ve yine şöyle seslenir yüce Mevlana:
"Sen ya Tanrı
nurusun ya da Tanrısın; onun mazharısın. Şu dönen göğü Tanrı'ya layık görme,
yıldızlarla ayda irade, bir özgürlük var sanma. Güneşlerin güneşi sensin. Şu gök
kubbede dönüp duran güneş başı bağlı bir topal eşek gibidir."
Din, dil,
ırk ayırmayan, her şeyi ve herkesi Tanrı'nın bir parçası olarak gören yüce
Mevlana'nın kadını bu düşüncenin dışında tutmadığını anlatmaya herhalde gerek
yoktur. Her zerrenin Tanrı'nın birer parçası olduğunu belirten bu büyük insanın
cinsiyet ayrımı yapabileceğini düşünmek ancak cahilliktir. O'na göre Tanrı
katında cinsiyet yoktur. Dolayısıyla maddi âlemde de cinsiyet ayrımının
getirdiği davranış farklılıkları olmamalıdır.
Hz. Mevlana aşkla, müzikle,
sema ve şiirle beslenip gelişen bu dinler üstü yolda kadına da büyük bir önem
vermiş, her konuda olduğu gibi bu konuda da çağın ötesinde düşünmüş ve
uygulamıştır. Kadını hayatın diğer parçaları gibi, belki de daha fazla
önemsemiştir. Onları hayatın içine çekmeye çalışmış ve devrin şartlarına
aldırmadan, hiç çekinmeden insanlığın kadınla birlikte var olduğu mesajını tüm
âleme vermiştir.
Mesnevisinde,
"Kadın bir Nur'dur sevgili değil,
kadın yaratıcıdır yaratılmış değil..." sözleriyle kadına bakışını çok net olarak
tanımlayan Hz. Mevlana, onu "yaratan kudret" mertebesine çıkarmış ve
yaratıcılığın simgesi olarak göstermiştir. O her şeyden önce, kadının
kapanmasının ve örtülmesinin aleyhindeydi. "Fi-hi Mafih" adlı eserindeki bir
fasılda, karısını örten kapatıp kimseye göstermeyen erkeği 'koltuğunun altına
bir somun ekmeği saklamaya çalışan insan'a benzeterek kınamıştır. Gizlenmenin ve
örtünmenin karşısındaki insanın daha çok merakını arttıracağını ve görme
duygusunu kamçılayacağını belirten Mevlana bunun sadece kötülüğü arttıracağını
ifade etmiştir.
Kadının veya erkeğin değil, insanın iyisi ve zararlısı
olduğunu söyleyen Mevlana, bu görüşlerini hayatında da uygulamıştır. O'nun bir
çok kadın müritleri vardı ve onların davetlerine hep uyar, aralarına katılır
onlarla şiirler okur ve onlarla sema derdi. Hz. Mevlana'yı seven kadınlar onun
başına güller serperdi.
Hz. Mevlana tek kadınla yaşamış, cariye ve köle
kullanmamıştır. Oğlu Sultan Veled'e yazdığı bir mektupta zevcesini hoş
tutmasını, ona saygı göstermezse kendisini de incitmiş olacağını belirtmiştir.
Hz. Mevlana öyle bir potadır ki oraya atılan her madde, orada yeteneğine
göre en uygun gelişimini bulmuştur. Oraya düşen her zerre güneşlere ışık salan
bir hal almış, padişahlara buyruk yürütmüş, tahtsız taçsız gönüller hakanı
sayılmış, ya da yokluğa karışmış, addan sandan geçmiş, insanlığa bir iksir
olmuş, soluk alanların ciğerlerine işlemiş, yeni bir arayış gücü vermiştir.
En güzel görüş Mevlana'nın nazarıyla beslenmiş, gelişmiş, en tatlı ses
Mevlana'nın konservatuarında ahenkleşmiş, beste olmuş, en gerçek bilgi Mevlana
enstitüsünde metodlaşmış, şaheser vermiş, en insani duygu Mevlana hareminde
olgunlaşmış, kudret haline gelmiştir. Mevlana, kendisine gönül verenleri hem
kendi asıllarına kavuşturan, hem içinde bulunduğu çağa göre, topluma göre en
yararlı olacak şekilde
yetiştiren bir "İnsanlık üniversitesidir".
HAZRETİ MEVLANA'NIN TASAVVUFU VE
KİMLİĞİ
Mevlana'nın tasavvufu, hiç bir zaman bir felsefe görüşü ya da
hayali bir bilgi olmamıştır. O'nun tasavvufu, irfan, hakikat, aşk ve cezbe
âleminde olgunlaşmadır.
Her şeyden önce şunu söylemek gerektir ki O,
herhangi bir fikri anlatırken mantıki tahlillere, felsefi düşüncelere başvurmaz.
Hele O'nda sufilerde bir illet haline gelmiş olan ve İbn-i Arabi'de had şeklini
bulup sonrakiler de müzminleşen, kişilerin her haline bir isim verme hastalığı
yoktur. Tasavvuf terimlerini çok çok az kullanır. Zaten onun halkçı ruhuna böyle
terimlerle izah, anlaşılmaz sözlerle anlatma uygun gelmeyeceği gibi halka
hitaplarında da böyle terimler yer almazdı. O, gerek divanda gerekse Mesnevide
Varlık Birliği inancının, kendi felsefesinin, moralinin izahını, halk diliyle ve
halk psikolojisine göre tam bir uygunlukla, hikayeler söyleyerek, örnekler
vererek ve atasözlerini anarak anlatır.
Eserlerinde, "Kelile ve Dimne
Hikayelerinden" eski sufilerden, halka ait hikayelerden, Tevrat ve Kuran
kıssalarında rastladıklarından bahseder konuşur. Hatta bazen " Benim beytim
beyit değil, iklimdir. Benim alay edişim, alay ediş değildir. Bir şey
öğretmektir." diyerek çok açık hikayelerle halka hitap eden Mevlana, her şeyden
önce ahlakı topluma öğretir. O'nda teferruata hiç yer yoktur.
Mevlana,
filozofları, yalnız aklı öne çıkarıp, duyguya ve oluşa önem vermediklerinden
noksan görür. Onları çamurun içinden çıkmak için hareket ettikçe daha çok çamura
gömülen eşeğe benzetir.
Ya da raftaki şişeleri döküp içindeki yağları
yere döktüğü için sahibinin kafasına vurmasıyla kel kalıp, dışarıda başı tamamen
kel bir kalenderi görünce de " Sen de mi şişeleri yere döktün" gibi çok basit
bir kıyas yapan papağana benzetir.
Bir başka yerde de akıl sahipleri onun
için, sidik birikintisinde yüzen bir çöpün üstüne konmuş ve haline bakıp da
kendini uçsuz bucaksız bir okyanusun tek kaptanı gibi gören sinek gibidir.
Mevlana'da yeryüzü ve yeryüzündekiler vardır. Gök, yeryüzünde yaşamamız
için gölgelik eder bize. Gökte dolaşılmaz, yerde yaşanır. O Muhiddin Arabi gibi
ne " arzı simsime" den bahseder, ne gökleri gezer, ne rüyasını yahut miracını
anlatır, ne de ona malum olan şeyleri delil tutar. O'nda mekansızlık âlemi
neresidir sorusuna verdiği şu cevap, çok dikkate değer: " Erlerin canı ve gönlü"
Zaten O, böyle teferruata, bu çeşit aslı olmayan hayallere kapılmayı hoş
görmediğinden, hele bunları geçim vesilesi yapıp halka tuzak kurmaktan nefret
ettiğinden, tasavvuf ehliyle de uyuşmamıştır. Suret Sufileri, yani taçla,
hırkayla bezenen ve elbiseyle kendisini sufi gösteren riya ehlini şiddetle
kınar. Sufilerin binde birinin doğru olduğunu, geri kalanın "tamah ehli
"olduğunu açıkça söyler. Olgunlaşmadan şeyhlik satanları eleştirir, sözde
şeyhlik davasına girenlere çatar, davullu bayraklı bir alay ham kişinin şeyhlik
lafına sığındığını, bu çeşit adamların kendilerini Beyazıt yerine koyduklarını,
dava yurdunda kendi kendilerine meclis kurduklarını, bunların adeta kendi
kendilerine gelin-güvey olduklarını anlatır. Hatta tekkelerin ahlaksızlık yatağı
olduğunu söylemekten de çekinmez.
Mevlana'ya göre irşat
(aydınlatma-doğru yolu gösterme), kâmil yani olgun insanın hakkıdır. Bu konuyla
ilgili mesnevinin birinci cildindeki sözleri önemlidir:
"Her devirde
peygamber makamında bir veli vardır ve bu kıyamete dek sürüp gider. Diri ve faal
imam o velidir. İster Ömer soyundan, ister Ali soyundan her şey onun
hükmündedir. Hem gizlidir, hem göz önünde. O, nura benzer. Akıl onun
Cebrail'idir. Ondan aşağıda olan Veli ise onun kandili gibidir. Bundan daha
aşağı olan veli ise kandilin konulduğu yerdir. İleridekiler geridekileri
görürler fakat geridekilerin görüşü ileridekileri göremez... " der.
Ve
kutbun insanların gözbebeği olduğunu, onu aramak gerektiğini anlatır. Yine
mesnevide Kutup için: " O aslandır, işi gücü avlanmaktır. Halk onun artığıyla
geçinir. O akla benzer halksa onun uzuvlarıdır. Kutup kendi çevresinde döner
dolaşır, göklerse onun çevresinde.
Hatta o, işte O 'dur! Güneş, yüzünü insan
sureti ile örtmüş, insan suretinde gizlenmiştir. Artık anlayıver!
Yani
insanı hakikatine götürecek bir kılavuz gerektir. Musa bile Hızır'ın hükmüne
girdi de hakikate erdi. Zaten bütün dünya, o tek kişiden ibarettir. Fakat
yalancı şeyhlere inanılmamalıdır. Yalancının hiçbir şey olmadığı meydana
çıkıncaya dek arayış içindeki kişinin ömrü tükenir. Yalancı şeyhler halkı
aldatmak için dükkân açıp oturmuş kişilere benzer. Onlardan hiç farkları yoktur.
Mevlana'ya göre süluk, yani bir tasavvuf yoluna girmek kendini unutmak
değil, kendine gelmek, kendini bulmaktır. O'nun yolunda gerçeğe ulaşmak için
evlenmemek gibi insan tabiatına aykırı şeyler hiç yoktur. Şehvet olmadıkça
şehvetten kaçınmanın olamayacağını ve bununla beraber şehvet varken nefse hâkim
olmanın bir fazilet olduğunu söyler. O, gerçeğe ulaşmak için zikir, esma ve
halvet de kabul etmez.
"Addan sıfattan ne doğar? Hayal ... O hayal, ancak
ulaşmaya bir delil olabilir. Madem ki delildir, delilin gösterdiği bir hakikat
de vardır. Şu halde addan ve harften geçmek, ad sahibini bulmak gerek. Bunun
için de varlıktan arınmak lazımdır. Cisme ait zikir, eksik bir hayaldir."
sözleri bu kanaatini belirttiği gibi "Ağyardan yalnız kalmak gerek, yardan
değil. Kürk, baharda işe yaramaz, kışın yarar" sözü de bu husustaki fikrini
tamamıyla açıklar.
Mevlana'ya göre zikir, ancak fikri harekete getirir.
Fakat işin aslı hal ve cezbedir.
Sonuç olarak Mevlana, esmayı değil aşkı ve
cezbeyi ve bu ikisinin tezahürü olan, aşkı ve cezbeyi meydana getiren semayı
esas olarak kabul eder.
Mevlana'ya göre hakikati arayan kişi bunu ancak
kendisinde bulabilir ve hakikati kendisinde görebilir. İnsanın dışında bir
hakikat yoktur. Kişi nefsanî isteklerinden arınıp rahmani yöne önem verirse gün
gelir aradığı hakikatin kendisi olur. O yüce sultan ise baştanbaşa hakikatin
kendisiydi.
Onun Tanrıya doyumsuzluğu o derecede idi ki meşhur bir şiirinde:
"Enel Hak ", " Ben Hakkım, kadehinden bir yudum içen sızdı. Ben şişelerle,
küplerle içtim yine de sızmadım " der.
Hazreti Muhammed'e bağlılığı o
derecededir ki o artık O olmuştur.
" Bugün Ahmed benim. Ama dünkü Ahmed
değilim" der.
Hz. Mevlana' nın gerçeği tekâmülü, şiirlerinde safha safha ve
büyük bir açıklıkla görülmektedir. Günlük hadiselere kadar her şeyi bizlere
söyleyen Hz. Mevlana,
"Kanlar içine düştüğünü, bir sele kapılıp gitmekte
olduğunu, paramparça bir gönülle yıldızlar gibi bütün gece dolanıp durduğunu"
söyler.
"Hakikatten bir işarette bulunan Hallac'ı, halkın dara çektiğini;
fakat sırlarını duysa Hallac'ın onu dara çekeceğini" bildirir.
Aşk sofrasına
oturup o sofranın tuzuna bandığını, aşkın kendisine boğaz olduğunu, bu sebeple
de varlığını bir lokma yapıp yuttuğunu anlatır.
Kendisini eski erenlerle
karşılaştırken hepsinin içip sızdığını, salına salına bahçeye gelmesinin tam
zamanı olduğunu söyler: "Onlar hep gittiler, der; biz sağ olalım. Zamanın gönlü
de biziz, canı da, bayraktarı da..."
Bir başka gazelde de aynı şeyi
söylerken "Ebedi içip sızmayan biziz" der.
Özlü bir hazırlık devresinden
sonra Şems'in gelişiyle bütün kaygılardan kurtulan, bir şiirinde kendi tabiri
ile "Sarığını rehin verip seccadeden bezecek" bir hale düşen Mevlana yine kendi
sözleriyle ercesine adamcasına bir hamle etmiş, bilgiyi vermiş, bilinene
erişmiştir.
Artık "toprağı inci haline getirecek, çalgıcıların teflerini
altınla dolduracak, susuzlara sakilik edecek, kupkuru toprakta Kevser suları
akıtacak, yeryüzünü cennete çevirecek, gamlıları Sultan ve Bey, yüzlerce
kiliseyi mescit, yüzlerce darağacını minber yapacak" bir haldedir.
"Buyruğunu bozacak yoktur O'nun. Dilediğini kafir, dilediğini mümin eder O".
Bir kuldur ki, sahibini azat etmiştir. Daha dün şu alemde doğmuştur ama eski
dünyayı bayındır hale getiren O'dur.
"Kimin hırkasını dikerse o çıplak
kalmaz artık. Kime çare olursa, çaresiz hale düşmez o. Kimin mevkii, kimin
rütbesi olursa, kimse elinden alamaz o mevkii. İnci haline gelen katı taş,
tekrar taş olmaz. Özlem çekenlerin kıblesi kesilen, yıkılmaz. Sükut edenlerin
Mushafı şu Mushaf gibi parçalanan otuz cüz haline gelmez. Kendisini seveni ona
gönül vermiş canları öyle temin eder.
"Seni bir an bile yalnız bırakmam.
Her an seni biraz daha yüceltir, biraz daha fazla ağırlarım
And olsun
tertemiz zatıma, and olsun saltanatımın güneşine ki
Seni lütuflarımla
yüceltirim.
Yüzünü nurumla nurlandırır, başını on parmağımla kaşırım."
Hacca gidenlere;
" Nereye gidiyorsunuz nereye? Sevgili burada.
Buraya gelin buraya!" diye çağırır.
Mesnevi'yi sunarken de bunun bir vahiy
olduğunu apaçık anlatan Hz. Mevlana bu sözleri söylemek için Muhiyiddin Arabî
gibi rüyalar görmeye," Hatm-i Vilayet "makamına sahip olduğunu iddiaya lüzum
bile görmez. Zaten onun saltanatı, bir halk saltanatıdır. Bu kadar yüksek bir
iddia bile, onun halkçı ruhunda bir ferdiyet yaratmaz. Yine onun sözlerinden
alıntılarla söyleyecek olursak:
" Rüşvet ve para padişahı değildir O,
paramparça gönül hırkalarını diken bir padişahtır. Yolda ister ayı olsun, ister
aslan, ercesine bir hamleden başkasını bilmez O. Garez tohumunu ekmediğini,
yokluğun sığındığı er olduğunu, tamah sırtını hiç kaşımadığını" söyler.
Bütün dünyaya, ne din farkı ne mezhep farkı gözetmeksizin hitap eden
Mevlana, hepimizden de bu görüşü, bu duyuşu, bu cesareti ister.
"Birlik
şarabını ver, hepimizi aynı gecede sarhoş et de hepimiz toplanalım,
Görünüşteki ayrılıkları, aykırılıkları bir anda giderelim.
Benliğimizden
geçtik mi, su rengini alır, her kabın şekline uyarız.
Biz bir ağacın
dallarıyız, hepimiz de kapı yoldaşlarıyız."
Ona öyle bir âşık gerektir
ki kalktı mı her yandan ateşli kıyametler koparsın. Cehennem gibi bir gönül
gerektir ki ona, cehennemi unuttursun, yüzlerce denizi yakıp kurutsun. Bir
dalgadan bir deniz meydana getirsin, gökleri eline alsın, sıksın, bir mendil
gibi buruştursun. Zevalsiz ışığı bir kandil gibi gök kubbeye asakoysun.
"İnsanda bu cesaret olmadıkça neye yarar. Gönlünü yıkamamış Âdem,
istediği kadar yüzünü yıkasın, abdest alsın, namaz kılsın boştur." İnsan onun
deyimiyle, hırsla bir süpürge olduktan sonra, elbette daima hep toz içindedir.
Bu çeşit adamların kendisini anlayamayacağını da bilir O. Ve bir gün "Falan sizi
övüyordu" diyene söylediği şu sözler, bu bakımdan ne kadar manalıdır.
"Ne haddine ki o, beni övsün! Eğer sözlerimi övüyorsa harf, ses, dil,
dudak, baki değildir. Bunlar asıl değildir. Asıl olmayan kalmaz, geçer gider.
Yok o beni zatım bakımından tanıdıysa hakkı vardır, övebilir."
Hz.
Mevlana'nın yolu aşk ve edep yoludur. Hak yolunda olduğunu söyleyip, bu yolun
gerektirdiği edebi yerine getirmeyen, benliklerinde kalan kişilere, söylediği şu
sözler ile Hak yolunun tamamen edepten ibaret olduğunu belirtir:
" Efendi!
Bilmiş ol ki edep, insanın bedenindeki ruhtur.
Efendi! Edep, Hak erinin göz
ve gönlünün nurudur.
Eğer şeytanın başını ezmek dilersen, aç ve gör,
Şeytanın katili edeptir.
İnsanoğlunda edep bulunmazsa, o insan değildir.
İnsan ile hayvan arasındaki fark edeptir.
İman nedir diye akıldan
sordum. Akıl, kalbimin kulağıma seslenerek 'İman edeptir' dedi."
Kendisine
inanan insan Mevlana, ölmezliğine de inanmış , "Topluluğun rahmet olduğunu
duydum, bu yüzden halka candan kul oldum." sözüyle gerçek saltanatının
gönüllerde olduğunu bildirmiş,
" Her günüm cumadır, hutbem daimi. Minberim
yüceliktir, yerim erlik"
Beyitiyle bu saltanatın hiç bir zaman ferdi
olmadığını açıkça belirtmiştir.
Kendi hakikatini söylediği şu cezbelerinde
ise bizi yüceliği ile büyülemektedir. Ve cihan sultanı Hz. Muhammed Mustafa'ya
nasıl bende olduğunu, O olduğunu söylemektedir:
"Hazineyi açtılar,
hepiniz elbiseler giyin.
Mustafa yine geldi iman edin.
Dokuz felek ile
her felekte bir zaman dönüp dolaştım.
Senelerce yıldızlarda, burçlarda
devrettim.
Bir müddet görünmedim, O'nunla idim.
Lahutiyette Hakka en
yakın idim.
Ana karnındaki çocuk gibi gıdamı Hak'tan aldım.
İnsan bir
kere doğar, ben birçok defalar doğdum.
Cisim hırkasını giydim işler gördüm.
Çok kere bu hırkayı kendi ellerimle yırttım.
Geceleri zahitlerle
mabetlerde sabahladım.
Kâfirlerle put hanede putların içinde uyudum.
Kıskancın acısı benim. Hastanın şifası benim.
Hem bulut, hem yağmurum,
çayırlara yağarım.
Ey derviş! Benim eteğime asla fanilik tozu konmadı.
Sonsuzluk âleminin bağında ben bol bol gül topladım.
Ben sudan, ateşten,
inatçı rüzgârdan, şekle girmiş topraktan değilim.
Evlat ben tertemiz nurum.
Tebrizli Şems'te yok olmuşum.
Eğer beni gördüysen kimseye gördüğünü söyleme"
MEVLANA CELALEDDİN RUMİ
Hz. Mevlana'nın İnsan Hayatının
Sona Ermesine Ait Bakışı.
17 Aralık 1273' te o güne kadar insanları hayalden
kurtarıp gerçeğe davet eden Hazreti Mevlana son nefesini verirken, Hakk' a
kavuşmadan önce şöyle seslenmiştir bize:
"Hakka kavuştuğum gün tabutum
yürüyünce şu dünyanın dertleri ile dertleniyorum sanma.
Bana ağlama, yazık
yazık deme.
Cenazemi görünce ayrılık, ayrılık diye feryat etme.
Beni
toprağa verirken elveda elveda diye ağlama.
Gün batımını gördün ya gün
doğumunu da seyret.
Hangi tohum yere atıldı da çıkmadı. İnsan tohumu
hakkında niye yanlış bir zanna düşüyorsun."
Mevlana insanoğluydu. Bütün
dinlerin aslını idrak eden ve bütün dinlerin üstüne çıkan insan Mevlana, insana
secde ediyordu. İnsanlık ve sevgi dininin kurucusuydu. Birliği müjdelemişti.
Halkı ve mukaddes kitabı kucaklamıştı. Dünyayı daim bir oluş âlemi görerek ölümü
de pek tabii buluyordu. Hatta ona göre ölüm sallanan bir dişin düşmesinden başka
bir şey değildi. Dünya ve hayat daimi bir oluştan başka bir şey olmadığından
yıpranmaz ve eskimez, zamandan zamana değişir ve tazelenirdi. Bu yüzden düşen
dişin yerine mutlaka yenisi çıkacaktı. Bu bakımdan da O, âlemdeki ebediliğinden
emindi.
Bakın Hazreti Mevlana nasıl sesleniyor:
" Mezarımın toprağı bir
yudum şarap gibidir.
Bedenimi içince, canım göklerin üstüne çıkar.
O
padişah değilim ki tahttan ineyim de tabuta bineyim.
Benim fermanımın
yazgısı ebediliktir."
Hazreti Mevlana gerçekten de bu ebediliği kazanmıştı
ve o artık gönüllerdeydi.
Bir başka seslenişinde şöyle buyuruyor:
"
Ben görünen ve görünmeyenim.
Uykudaki göz gibi açığım ve gizliyim.
Varım
ve yokum.
Gül suyundaki koku gibi.
Söyleyen ve susanım kitaptaki yazı
gibi."
İşte basit gibi gözüken fakat tüm evreni kapsayacak kadar mana
dolu olan bu sözlerle Hazreti Mevlana kendi makamının da ne olduğunu açıkça
ortaya koyuyor ve hiç bir zaman yokluk ve tevazudan ayrılmıyor. Hak'la var
olduğunu ve onun bir gölgesi olduğunu her fırsatta ortaya koyan Hazreti Mevlana
bir rubaisinde kişiliğindeki manevi enginlikten şöyle bahsediyor:
"Ben, hem
âşık, hem de maşukum.
Ben hem aynayım, hem güzelliğim, hem de güzelliği
seyreden."